Zararlı sağlık tavsiyelerinden söylentilere ve komplo teorilerine uzanan bir dezenformasyon çağındayız.

Söylentiler, sahte haberler ve komplo teorileri koronavirüsten daha hızlı yayılıyor. Yalnızca pandemiyle değil, aynı zamanda eşi görülmemiş bir yanlış bilgilendirme salgınıyla da savaşıyoruz.

Her mecrada zararlı sağlık, gıda ve beslenme tavsiyeleri artıyor. Yanlışlıklarla dolu içerikler ve uzman olmayan kişi yorumları yayınları dolduruyor. Komplo teorileri internete rahatlıkla dolaşıyor. 

Pandeminin etkisiyle küresel nefretler üretiliyor, viralleşiyor. Kıtaları, insanları ve grupları damgalıyor ve kötülüyor. Pandeminin başlangıcından bu yana, Asya karşıtı ırkçılık Avustralya, Hindistan, Amerika Birleşik Devletleri ve Birleşik Krallık sokaklarında yükselmeye devam ediyor. Kurmaca bilgiler üretiliyor. Sınır tanımayan söylentilerin sosyal sonuçları insanların sağlığının ötesine geçiyor.

Dezenformasyonun tehlikeli bir şey olduğu belki de yeni yeni anlaşılıyor. Salgınlar gibi acil ve önemli konulara eşlik eden bir fenomen olduğu yeni yeni fark ediliyor.

Genellikle yanlış olmasına rağmen masumca paylaşılan bilgiler bir ulusun gündemini zorlayabiliyor. Ya da bilinçli olarak yayılan dezenformasyon bilim üreten insanları zan altında bırakabiliyor.

Bununla birlikte, yoğun sosyal medya kullanımı, farklı ülkelerdeki insanların birbirine bağlanma imkanları, salgının var olan küresel ölçeği, henüz biyomedikal bir çözüm bulunamamış olması gibi faktörler insan davranışlarını doğrudan etkileyen dezenformasyonun yayılmasını hızlandırıyor.

İnsanlar bir dizi faktöre bağlı olarak kararlar verirler. Davranışsal içgörülerimize ve girişimlerimize liderlik eden teknik ve bilimsel unsurlar vardır. Bilgi ve bilim motivasyonları ve diğer dış fırsatlar infodemiyle baş etmemizde kilit önemdedir.

Peki infodemi dönemlerindeki bilgi ve becerilerimizi nasıl oluşturmalıyız?

Büyük ölçüde bilgi yoluyla yayılan infodemi, kararlarımızı ve durumlarla başa çıkabilmemizi önleyen bir numaralı faktördür. Üzerimizdeki baskı seviyelerini tetikleyerek belirsizliği artırır.

Bazı hastalıklar ve beslenme gereklilikleri doğası gereği, sağlık uzmanlarının önerisiyle düzenlemeyi gerektirir. Toplumdaki artan güvensizlik duygusu insan sağlığını bozabilecek sonuçlar doğuyor. Kolay elde edilen bilginin yayılma hızı, bilimsel bilgileri doğrulama konusundaki zamanla yarışıyor. Bu tür bir zaman gereksinimi, özellikle de sağlıklarından korkan çoğu insan için kabul edilemez korkulara yol açabiliyor.

İnsanlar bir hastalık riskinin düşük olabileceğini algıladıklarında, önerilen güvenlik önlemlerine uymaya daha az meyillidirler. Sağlık yönergelerine uyum, sosyal mesafe ve maske gibi alışkanlıklardan uzaklaşırlar. Bu tutumu tersine çevirmek için sadece doğru bilgiyi yaymak değil, aynı zamanda doğru mesaj ve iletim kanalını da bulmak önemlidir.

Bilgi farklı hedef kitlelere uyarlanmalı ve değişen güvenilir kaynaklar aracılığıyla iletilmelidir. Bilim ve toplum algısı arasındaki uçurum en aza indirilmelidir. Bilimsel bilginin, karar verme süreçlerini beslemesi için yararlı bilgilere dönüştürülmelidir.

Doğru ve yeterli bilgi boşluk kaldırmaz. Boşluğun olduğu yerde yanlış bilgiler yayılır.

Her zaman bilimsel ve uzman bilgiyi infodemi yönetiminin önüne koymalıyız. Yayılmayı azaltma girişimin temel bileşeni insanların kendisinde olmalıdır. Yetkililer, insanların ve toplulukların endişelerini kolay ifade edebilecekleri alanlar sağlamalıdır. Her zaman güvenilir ve doğru formatlarda bilgi sunulmalıdır. Ardından insanlar güçlenecek ve çözümün bir parçası olacaklardır.


Pandemi döneminde bolca konuşulan gelecek tahminlerle ilgili birçok farklı fikirle tanıştık, birçoğuna duyar duymaz hemen alıştık. Bu fikirlerin bir kısmı korona virüs temelli bir kısmı da korona virüsle birlikte hayatımıza giren yeni normali şekillendirmeyi amaçlayan türden.

Korona virüs hakkında herhangi bir bilimsel uzmanlığım yok ama pandemiyle birlikte yapılan “gelecek”, “insan” ve “yeni normal” tahminleriyle ilgili benim de bazı fikirlerim oluştu.

Bu dönem alelacele yapılan günlük tahminler ve uzak olmayan gelecek öngörüleriyle ilgili biraz çekincelerimin olduğunu peşinen söyleyebilirim.

Zaman içinde marka kavramının içinin boşaltılması örneğinde olduğu gibi korona virüs paniğiyle dijitalin / dijital dönüşümün / mesai mevhumunun / istihdamın ve alışageldiğimiz iş yapış biçimlerinin de içinin büyük bir hızla boşaltıldığını görüyorum / düşünüyorum.

Bu olağanüstü dönemin büyük dönüşümün tetikleyicisi olacağı kesin fakat bunun sınırlı iş ve iletişim alanlarında değil; hayatın hemen her alanına yayılan bir denklemde ilerleyeceğini -birden olamayacağını- düşünmek daha akılcı geliyor bana.

Küresel ölçekteki kurumsal ve bireysel ezberlerimizin bozulduğu bu dönemin öncelikle yeni finans yönetimi, yeni istihdam modelleri ve yeni insan psikolojilerindeki dönüşümü tetikleyeceği zor bir öngörü olmaz.

Pandemiyle birlikte gördüğümüz en büyük yanılsama “iyi” hallerimizin aslında sürdürülebilir olmayışıydı.

Ülkelerin, kurumların, yöneticilerin ve hatta birey olarak bizlerin bir “b planı”nın olmadığına dünyaca şahit olduk. Ani gelişen bu küresel durum da her birimizin bir “b planı” ihtiyacını ortaya çıkardı.

“B planı” olmayan ülkelere ve kurumlara olan inanç ve güven sarsıntılarıyla yüzleştik. İnsanlardaki büyük duygu ve davranış değişikliğini kolektif bir refleksle hep birlikte yaşadık.

Gelecekte buna benzer olağan veya olağanüstü durumların olacağını bugünden öngörebilir miyiz?

Daha bireysel olmayı tercih etmekle birlikte daha çok birlik halinde hareket edebilecek bir insanlığı hangi pazarlama / satış / markalama / iş ve yaşam motivasyonuyla memnun edebileceğimizi henüz kestiremiyorum.

Korona virüs vesilesiyle sınıf geçirgenliklerinin ortadan kalktığı, artan birliktelik duygusuyla var olmaya çalışan farklı toplum kümelerinin ortaya çıktığı gerçeği de cabası.

“Ortak sorun, ortak etki, ortak çözüm” paradigmasının hangi yeniye daha çok motive edeceğini öngöremiyorum.

Aynı şekilde daha endişeli olmakla birlikte daima güvende hissetmeye muhtaç bir ruh halini nasıl yöneteceğimizi de henüz tam olarak bilmediğimizi düşünüyorum.

Daha çok çalışacağımız bir dünyaya ilerlediğimiz gerçeğiyle; bu yeni ruh halleri, yeni insan davranışları, yeni aidiyet duyguları, yeni varoluş inançları ve yeni vatandaşlık modelleri yeni normaldeki yaşamlarımızı sarsacak birer prototip gibi…

Henüz daha tanışmadığımız yeni teknolojilerin yaşam dönüştürücü gücünü de bugünden bilemiyoruz. Bu konuda bazı ön gösterimlere şahit olsak a hangi toplumsal dönüşüm bariyerine takılacağını kestiremiyoruz.

Yeni dünya düzeni fütüristtik ezberlerle mi, toplumbilimci öngörüleriyle mi şekillenecek hep birlikte göreceğiz.

Philip Tetlock Dan Gardner’in Süpertahmin kitabının başlarında bir şempanze esprisinden bahseder. “Ortalama bir uzman, dart atan bir şempanze kadar başarılıdır” der. Buradaki şempanze metaforunu rastgele tahminler yapan biri yerine kullanır.

Strateji uzmanlarına zannettiğimizden daha az gereksinim duyulduğunu deneyimlediğimiz bu günlerde yine en aklı başında öngörülerin stratejik akıllardan çıktığını görmek benim adıma çok sevindirici. Zira birçok uzman TV’de on beş dakikalık şöhretin tadını çıkarıyor.

Yakın geçmişi tahmin edemeyenin uzak gelecekle ilgili ölçüsüz tahminleri inandırıcılıktan uzak kalacaktır. Zaten bu tahmincilerin önümüzdeki iki üç ay boyunca gerçekleşme ihtimali olan durumlarla ilgili sistematik veri paylaştıkları da görülmemiştir.

Eğer paylaşsalardı istatistiki bir veri setiyle doğru-yanlış mukayesesi yapacak ve bu öngörülerin rastgele bir tahmin mi, yoksa gerçekçi bir verinin eseri mi olduğunu anlayacağız.

Hal böyle olunca öngörmek, veriyle konuşmak, rastgele tahminler yürütmek, ışıltılı bir hayal dünyası pazarlamak ve bunlara inanmak benzer durumlar doğurur.

Alışageldiğimiz dünyamızdan ezber bozan yeni dünyaya geçişte öngörülemeyen iş ve insan etkilerine biraz daha kafa yormakta fayda var.

Daha rasyonel, bireysel ve toplumsal etkisi yüksek kolektif bir gelecek için biz yine doğru verinin ve akılcı fikirlerin ışığıyla ilerleyelim derim.


Dünyada yaklaşık 50 yıldır, Türkiye’de ise 37 yıldır faaliyet gösteren, katılım bankaları küresel bazda hızlı bir gelişim sergilemektedir.

Katılım bankacılığı iş modelinin varlığa dayalı olması, işleyiş modeli olarak spekülasyonlara izin vermemesi gibi özellikleri; 2008’de global çapta yaşanan küresel krizin etkilerinden sektör olarak hızlı çıkmasını sağlamıştır. Katılım bankacılığının finansal gelişime reel katkılar sunması da ayrıca sektörün gücünü geliştirmiştir.

İslami finansın Avrupa ve ABD gibi ağırlıklı nüfusu Müslüman olmayan ülkelerde de kullanılır hale gelmesi sektöre olan küresel ilgiyle alakalıdır. Hem global yatırımcıların ‘İslami finansal enstrümanlar’ hakkında medya kanalları aracılığıyla bilgilenmesi hem sektörü geliştirmiş hem de katılım bankalarının ağırlıklı olarak Ortadoğu ve Güney Asya bölgelerinde güçlenmesini sağlamıştır.  

Sektörel gelişim gösteren Pakistan, Türkiye ile Endonezya ise özellikle ‘butik katılım finans’ pazarında önemli pay alacak ülkelerdendir. Bu ülkelerdeki büyük nüfusun halen katılım finans hizmetleriyle tanışmamış olması pazarın gelecek potansiyelini göstermektedir.

Faizsiz bankacılık segmentinde Ortadoğu ve Asya Pasifik bölgeleri dışında, İngiltere, Avustralya, İsviçre, Güney Afrika, ABD, Çin, Fransa ve Japonya gibi Müslüman nüfusun yoğun olmadığı ülkelerde de önemli girişimler bulunmaktadır. Ağırlıklı nüfusu Müslüman olmayan İngiltere, 2014 yılında faizsiz tahvil satışı yapan ilk ülke olmuştur. Konvansiyonel bankacılık dışındaki bu girişimler ve gelişmeler uluslararası medya araçlarıyla dünyayla paylaşılmış ve konuya olan ilginin global arenada da artmasını sağlamıştır.

2000’li yılların başında katılım bankaları niş pazarlarda kısıtlı sayıda finansman ve mevduat ürünleri ile hizmet verirken, özellikle Asya Pasifik ülkelerindeki farkındalığın artması ve faizsiz bankacılık ürünlerinin gelişmesiyle hızlı bir gelişim göstermiştir.

Geleneksel bankacılık sisteminin borçlanma bazlı ve risk transferi odaklı iş modeline karşılık, katılım bankacılığı sektöründe varlık bazlı ve risk paylaşımı odaklılığı bu sektörün farklılaşmasını sağlamıştır. Bu farklılaşma Türkiye’de ve dünyada gerçek ticari faaliyetleriyle medyada görünür oldukça sektöre olan farkındalığı da geliştirmiştir. Böylece katılım bankacılığı ekosisteminde hizmet veren kurumların algı ve imaj çalışmaları da ortak bir değerde konsolide olmaya başlamıştır.

Türkiye bankacılık sektörünü bir bütün olarak değerlendirdiğimizde konvansiyonel bankacılığın, sektörün çok büyük bir bölümünü oluşturduğunu ve medya kullanım gücünün çok fazla olduğunu görüyoruz. Katılım bankacılığının böylesi rekabet yoğun bir sektörde büyüme potansiyelini kullanarak %5’ler civarındaki pazar payını kısıtlı bütçelerle son beş yılda birkaç puan daha arttırmayı başarması gerçek bir başarıdır.

Türkiye katılım bankacılığı sektörüne üç yeni kamu katılım bankasının giriş yapmasının pazar payına olumlu yansıdığı da görülmektedir. Artan şube sayısı ve çeşitlenen personel yapısıyla hizmet veren sektör yurt genelindeki şubeleşme faaliyetlerinin yanı sıra yurt dışında da atağa geçmiştir. Kamu bankalarının da sektöre girmesiyle birlikte artan rekabete bağlı olarak, şube sayısı artacak, ürün ve hizmet kalitesi de yükselecektir. Ayrıca katılım bankacılığı sektörünün sunduğu ürün, hizmet, şubeleşme ve alternatif dağıtım kanallarında da yeniden yapılanma süreçlerinden geçmesi bu ivmeye katkı sunacaktır.  

Global bir vizyon olarak sunulan “İstanbul Finans Merkezi” çalışmaları kapsamında “katılım bankacılığı sistemi daha da gelişecektir. Katılım bankacılığının mevcut algısı, insan kaynağı çeşitliliği, literatürel çalışmalar, kurumsal ve hukuki altyapı süreçleriyle yeni ürün ve hizmet çeşitliliğinin geliştirilmesine yönelik politikalar artırılmalıdır. Bu oluşumların ve uygulamaların politika yapıcıları tarafından kamuoyuna sunulması sektöre yönelik ilgiyi de artıracaktır.

Katılım bankacılığının kendi içindeki rekabetin yanı sıra tüm bankacılık sektöründen de pay alma konusundaki hedefleri medya araçlarının doğru kullanımını kaçınılmaz kılmaktadır.

İstanbul Finans Merkezi çerçevesinde İstanbul’un katılım bankacılığında da bir merkez olması sektörün geleceğine yön verecek stratejik bir karar olarak sektörün en büyük iletişim gücüdür.

Bunun yanında değerlere duyarlı bir sistemle; katılım bankacılığında çalışana gösterilen saygı, şube personeliyle yakın ilişkiler, değer hassasiyetlerinin yönlendirmesi, insana değer ve hürmet gibi farklılaştırıcı özellikler katılım bankacığının müşteriler nezdinde tercih edilme nedenlerini artırmaktadır. Bu farklılaştırıcı özelliklerin geleneksel medya iletişim kanallarının yanı sıra dijital ve sosyal kanallarda ve tematik iletişim araçlarıyla da pekiştirilmelidir. Her sektörel kazanım yoğun bir medya desteği ile desteklenmesi toplumsal değerler farkındalığını artıracaktır.

Katılım bankası müşterilerinin üçte birine yakınının, aynı zamanda diğer geleneksel banka müşterilerini de oluşturmaktadır. Katılım bankaların sahip olduğu ve çeşitlendirdiği ürün ve hizmet genişliği, müşterilerin finansal beklentilerini ve tercihlerini katılım bankacılığı yönünde yapmasında önemli rol oynamaktadır. Bu amaçla, katılım bankalarının daha geniş kitlelere ulaşmak için şubeleşmenin arttırılması, teknolojik uyumluluk ve alt yapının geliştirilmesi, yeni ürün geliştirme çalışmaları hız kazanmalıdır.

Katılım bankacılığının algı ve tanıtım faaliyetlerinin güçlendirilmesine yönelik daha çok bilgilendirme çalışmasının yapılması da bu hızla ilişkilidir. Sektörün özellikle sosyal medya aracılığıyla, eğitimlerle, etkinlik ve organizasyonlarla yapacağı; yeni ürün – servis ve hizmet çeşitlemelerine yönelik bilgilendirmeleri yeni hedef gruplara erişimi sağlayarak ve sosyal paydaş temas noktaları analitiğini geliştirmeye yardımcı olacaktır.

Dünyada birçok sektör teknolojik değişim ve dönüşüm süreçlerinden geçmektedir. Türkiye’de de bu değişim ve dönüşümün hızı günden güne daha net görünmektedir. Bankacılık sektöründe hala şubelere giden müşteriler bulunmakla birlikte, şubesiz bankacılık hizmetlerinin büyük bir trend ile arttığı global bir gerçektir.

Modern zamanın gerekliliklerine uyum sağlayan müşterilerin yeni ve pratik teknolojik çözümleri tercih etmesi katılım bankacılığı sektörü için de söz konusudur. Türkiye’deki katılım bankları müşterileriyle kurdukları güçlü bağları teknolojik araçlarla da pekiştirmeyi geliştirmelidir. Bu tutumu sürdürülebilir kılmak ve yenilikçi fikirlerle geliştirmek sektörün ulaşılabilirliğine, algı, imaj ve itibarına da büyük katkı sunacaktır.

Araştırma sonuçlarına göre müşterilerin banka tercihlerindeki en önemli etkenlerinin başında: işlemlerden alınan komisyonlar ve masraflar, mevduat getirisi, ödeme ve para transferi hizmetlerinin etkinliği, şubelere ulaşım kadar şubesiz bankacılık alt yapısı ve bankaların sağladıkları kitlesel iletişim etkinlikleri gelmektedir.

Türkiye’de katılım bankalarının tercih edilme sebeplerinde ise; şube personeli ile kurulan yakın ilişkiler, müşterilerin değer hassasiyetlerinin yönlendirmesi, samimi, yardımsever ve bilgili personelin insana gösterdiği saygı ve hürmet şeklindedir.

Bu sonuçlar gösteriyor ki; Türkiye’de katılım bankalarının en önemli tercih sebebi müşterilerin banka ile olan iyi ilişkileridir. Müşterilerin finansal beklentileri, ürün ve hizmet çeşitliliği, hızlı ve kolay erişebilir hizmet değerlerinin de yukarıdaki soyut tercih parametrelerine güçlü birer destekçi oluşu yoğun iletişim frekanslarıyla paylaşılmalıdır. Katılım bankacılığının kültürden kaynaklanan insana saygının sektör müşterinde birebir hizmet ilişkilerine dönüştüğü ayrıcalıklı olarak ifade edilmelidir.

Ayrıca Türkiye’nin genç nüfus potansiyelinden yola çıkarak; yeni nesli temsil eden müşterilerin hızlı ve yalın bankacılık hizmetlerini tercih edeceğini varsayabiliriz. Orta ve uzun vadede katılım bankacılığının müşterileriyle geliştirdiği güçlü ilişkilerinin yanında, müşteriye değer katacak, teknolojinin ön planda tutulduğu hizmetlerin sunulması de son derece önemli olacaktır.

Tüm bu değerler algoritmasında ve geliştirilen yenilikçi ürünler perspektifinde daha genç, daha trend, daha erişilebilir, daha kolaycı ve daha sürdürülebilir bir medya görünürlüğü aklı katılım bankacılığının güçlenmesini pekiştirecektir.

Katılım bankacılığının yaygınlaşmasında bir diğer önemli kriter de katılım bankacılığı ekosistemini geliştirmek için sosyal paydaşlarıyla kurulacak iletişimdir. Paydaş ilişkileri her zamanki gibi “çift yönlü” bir iletişim modeliyle kurgulanmalıdır. Medya iletişim araçlarıyla iletilen tüm mesajların tüm taraflar arasında karşılıklı gidip gelmesi son derece önemlidir. Hem kurumsal ilişkiler hem de sektörel bilgilendirmeler sistematik olarak geleneksel kanalların dışında dijital ve sosyal medya kanallarında da sistematize edilmelidir. Stratejilere uygun bu medya yönetimi, katılım bankacılığına dair bilinmezliklerin de azalmasına katkı sağlayacaktır.

Diğer bir değişle iletişimde geri bildirimlerin daha çok önemsendiği bir süreç katılım bankacılığının yaygınlaşmasını da kolaylaştıracaktır.

Sektörel olarak gerçekleştirilecek iletişimlerde her bir hedef kitle özelinde sunulan “ürün, servis, hizmet, organizasyon ve fikir” gibi sektörel değerler kavramı da mesaj aktarımlarına aracılık etmelidir. Doğru hedef kitle deneyimi oluşturacak olan bu stratejik tavır aynı zamanda sektörel reel faydalar üreten bir iş modeline de dönüşecektir.

Tüm bu çalışmalar katılım bankacılığının algısını oluşturan imajları da besleyecektir. Katılım bankacılığı sektörü için hem imaj iletişimi hem de itibar iletişiminin birlikteliği gerekmektedir.

Katılım bankacılığı markalarının her birinin sahip olduğu farklı farklı imajlarının kurumsal bir sektörel algı ve itibar yumağına dönüştüğü unutulmamalıdır. Sektörün birden farklı imajının parçalarını oluşturan markaların ideal sektör algısında buluşması için stratejik iletişim danışmanlık hizmetleri kesintisiz sürdürülmelidir. Bu imaj birleşimleri hem kurumun hem de sektörün prestijine değer de katacaktır.

Katılım bankacılığını ekosisteminin sahip olacağı kurumsal itibar tüm hedef gruplar, müşteriler, iş ortakları ve sosyal paydaşlar için bütünsel bir çekicilik demektir.

Yeni medya kanallarının artmasıyla birlikte daha kırılgan bir zeminde bulunan imaj aynı zamanda gerçek dışı olgu ve kanaatlerle de oluşabilmektedir. Algılarla şekillenen imaj yönetiminin doğası gereği kırılgan bir süreç olduğu unutulmamalıdır. Özellikle yeni medya kanallarında bir şeyleri olmadığı gibi gösterme ve zaman zaman gerçeklerin negatif etkileriyle mücadele etme çalışmaları sürdürülebilir olmalıdır.

Öte yandan sektör temsilcileri kurumların aşağıdan yukarıya doğru tüm katmanları arasındaki dikey uyum ve entegrasyon ile itibar yönetimi planlanmalıdır. Gerçekleştirilen bu algı, imaj ve itibar çalışmalarına sahip çıkan stratejiler için kurumsal sözcülerin medyada daha çok görünür olması sağlanmalıdır. Kurumsal sözcülerden kuruma yeni girmiş yeni bir personele kadar herkes tarafından aynı anlayış, heyecan ve ciddiyetle ele alınan marka değerleri kurumsal iletişimin en büyük destekçileri olacaktır.  

Salt halkla ilişkiler süreçleri dışında, stratejik pazarlama yönetimi ve marka iletişimi araçları en modern veri setleriyle desteklenmeli ve yönetilmelidir. Ortak amaçlara ve hedeflere giden yolda ortak başarıların yolunu akılcı bir marka yönetimi, estetik bir imaj yönetimi, stratejik bir mecra ve medya yönetimi açacaktır.

Sektör olarak daima değerli, sürekli üreten, her zaman rekabetçi ve yakın bir kimlik; güçlü Türkiye vizyonuna da büyük katkılar sunacaktır.


Sizce “Yeni Türkiye” olarak belirtilen bu dönemde “Yeni Tüketici” kavramından da bahsedebilir miyiz? Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Yeni kavramı ‘var olmayan’ veya ‘eskiden var olan fakat yenilenen’ olarak iki biçimde düşünülmelidir. Yeni Türkiye’de var olanın yenilendiği bir dönemden geçiyoruz. Bu yeniliği doğuran da elbette ki insanlar ve davranışlarıdır. Diğer konu da var olanın neden yenilendiği, değişip, dönüştüğüdür. Yeni Türkiye de bu yeniliği sağlayan elbette ki yeni insan davranışlarıdır. Yeni eğilimlerdir. Dünya değişirken tüketicinin değişmemesi gibi bir durumdan bahsetmek zaten mümkün değil. Bazı dirençler elbette olacaktır fakat Yeni Türkiye’nin temel motivasyonu dünya değiştikçe dünyasını değiştiren insanların temel motivasyonuyla aynıdır.

Bu yeni dönemde tüketim alışkanlıkları ne yönde değişti?

Daha rahat erişen, daha hızlı tüketen, daha tatminsiz, daha çabuk vazgeçen ve daha çok deneyen yeni bir alışkanlık zamanındayız. Var olanların yanında markaların yarattığı yeni ihtiyaçlar ve bu ihtiyaçları hayatlarına dahil etmek isteyen yeni tüketiciler çağındayız. Bu dönemin tüketim alışkanlıklarını daha iyi anlayabilmemiz için ‘daha’ ve ‘yeni’ kavramlarını bir kez daha yeniden ele almak gerektiğini düşünüyorum.

Özellikle bu dönemde muhafazakar tüketici kitlesinin lükse yöneldiği ve bu anlamda da tüketici gruplarında değişimler olduğu belirtiliyor. Siz bu görüşe katılıyor musunuz?

Lüks ve muhafazakarlık kavramları aslında yalnızca bu dönemde yan yana gelmedi. Elbette sınırlı da olsa bir geçmişi de vardı. Sadece günümüzdeki kadar görünürlüğü fazla değildi. Bu dönemin temel özelliklerinden birisi de yeni tüketicilerin daha çok ‘olmak istediği gibi olmak’ motivasyonuna sahip olmasıdır. Artık daha özgür, daha cesur, daha iddialı, daha kararlı ve bir o kadar da varlığını göstermek isteyen tüketici davranışları görüyoruz. Markaların bu özellikleri görmezden gelmemesi yeni tüketicilerin bu davranışların haklılığını da doğrular nitelikte.

Diğer yandan da internetin ve sosyal medyanın da etkisiyle yeni bir nesille karşı karşıyayız. Sizce Y hatta Z kuşağının markalara bakışı nasıl?

‘Yeni dünyanın yeni tüketicileri’ diye bir kavramımız var. Bu kavram bizim şu sıralar farklılaşma çabamızın temel kaynağı gibi. Y kuşağını ‘’kendisinden emin, sözünü sakınmayan, özgürlükçü, fazlasını isteyen, bilen, tüketen, aktif, farklı, yaratıcı’ diye tanımlayacak olursak; Z kuşağı için hepsinin başına ‘daha’ ifadesini eklemeliyiz. Belki de ‘daha yeni’ demek daha da anlamlı olur. Bu duyguları ve özellikleri karşılamayan markalarla olan ilişkilerini sırf düşüncelerine uymadığı için sorgulayan kuşaklarla karşı karşıyayız. İşimiz giderek zorlaşıyor. Yeni dünyanın yeni ve yenilenen markalarının yeni kuşaklarla iç içe yaşaması gerekiyor. Aksi takdirde kuşak çatışması kaçınılmaz.

Son olarak bu yeni dönemin yeni markalar yarattığını düşünüyor musunuz? Bu konuda örnek verebileceğiniz markalar var mıdır?

Yeni Türkiye ve yeni dünya kavramları bir çok yeni markaya gebe bence. Genç kuşakları çok iyi yakalayan dijital bir örnek için bakınız www.ListeList.com yeni Türkiye’nin gelecek vaat eden bir platformu ve markası. Muhafazakar tüketiciler için yeni yaşam stil markası ÂLÂ Dergisi. Benzer bir yaklaşımla HUQQA. Örnekler genellikle başarılı bireysel girişimcilerden. Ulusal markalarımızın çeşitli kaygılarla bazı büyük alt hedef kitle kırılımlarını ihmal ettiğini görüyorum. Daha cesur ve daha iddialı yeni projelere ihtiyaç olduğunu düşünüyorum.